Varlığın Asıl Cevheri : Ruh !

Gönderen MuhammedMumy

Hücre içi faâliyetler bir diğer ifâdeyle hayatiyetin devamı bir ruhun varlığına bağlıdır. Bitkilerden tutun da en mükemmel olarak yaratılmış insana kadar, hayatın her seviyesinde, farklı mahiyette bir ruh bulunmakta ve organizatör olarak rol oynamaktadır. Olum denen hâdise, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ceset olarak, ölümden bir dakika önce ve bir dakika sonra önemli bir fark yoktur. O hâlde hayat ne ile kâimdir? Şüphesiz ruhun varlığıyla...

Hayvanlarda da hayat olduğuna göre onlarda da ruh olması gerekmektedir. Şuur ancak insana mahsus bîr hususiyettir. Buna göre hayvandaki ruhun mahiyeti de haliyle insandakinden farklı olacaktır.

Ruha ait bir çok fonksiyon vardır. Telepati, hissi kablelvuku ruhun fonksiyonlarına ait birer misâldir. Bu tip hususiyetleri hayvanlarda da görebiliyoruz. Meselâ tavşanlarda telepati hassasının olduğu gösterilmiştir.

Dr. Naumov ve arkadaşları yavru tavşanları bir denizaltıya yerleştirdiler. Ana tavşanı karada bulunan bir laboratuvarda tutuyorlardı. Ve tavsanın beynine uzun elektrotlar sokmuşlardı. Denizaltı, derinlere daldıktan sonra yavru tavşanlar teker teker öldürüldüler. Yavrularının tam ölüm anında ananın beyni reaksiyon gösteriyordu. Haberleşme olmuştu ve aletler açıkça telepatinin tezahürlerini kaydetmişti.

Dr. Rhine, Lady adlı bir at ve sahibi ile telepati hususunda bir tecrübe yaptı. Altı gün süren yoğun bir çalışma temposuyla denemelerini sürdürdü. Denemelerin birinde Dr. Rhine, bir kağıt üzerinde yazdığı "Hindistan, Karoline, Mezopotomya" kelimelerini atın sahibine göstermiş, bu kelimeleri zihninden geçiren atın sahibi Fonda da "kelimeyi göster" emrini vermiştir. Burnuyla üzeri harfli küplere değen at kelimelerin her üçünü de şaşırmadan göstermeyi başarmıştır. Tecrübelerin ileri safhalarında Fonda, attan yavaş yavaş ayrıldı.

Önceleri, ata sırtını döndü. Sonra aralarına bir paravan konuldu. En sonunda da Fonda tamamiyle çekilerek emir verme vazifesini Dr. Rhine ve arkadaşlarına bıraktı. At, bu şartlar altında dahi başarılı oluyordu.

Moskova hayvan psikolojisi laboratuvarı yöneticilerinden Durov köpeklerle telepati yapılabileceğini gösteren araştırıcılardandır. Durov kafasındaki fikirleri köpeğe aktarıyor, isteklerini yaptırıyordu. Meselâ "yan odada masa üzerindeki telefon rehberini getir" talimatını zihnen verdiğinde, köpek buna uyarak rehberi getiriyordu. Durov tek başına, korku ve fizik ızdıraba dayalı eski hayvan terbiyesi metodlarını tamamen değiştirmeyi başardı. Ayılar artık kızgın saç üzerinde sıçrayarak akrobasi öğrenmiyorlar; ilk hareketi öğretmek için kullandığı bir kaşık bal ayıların vals yapmasına, bisiklete binmesine yetiyor. Bu tatlı muamele sayesinde 1500 kadar hayvan eğitmiş oluyordu ki; şimdiye kadar eğitilmeyen "tapir" denen hayvan da bu kadroya dahildir. Durov 2 senelik bir zaman içerisinde köpeklerle 10 000 in üzerinde telepati tecrübesi yaptı.

Evlerinde hayvan besleyen bir çok kişi, bir hayvanın sahibinin hareketlerini hiss-i kable-l vuku, kabiliyetinin inanılmaz derecelere ulaştığını farketmiştir. Evin kedisi sahibi ona yemek vermeye karar verdiğinde hemen mutfağa koşar. Köpek sahibinin ayak sesleri işitilmediği bir noktada iken onun eve dönmekte olduğunu sezerek kapının önünde beklemeye başlar. Çobana yardım eden köpeğin kabiliyetleri efsaneleşmiş, kedi ve köpeklerin kilometrelerce uzakta bile olsalar, sahiplerini, ya da eskiden yaşadıkları evin yolunu bulma kabiliyetleri çok şaşırtıcıdır. Kediler, ev halkının, başka yere taşınmasından sonra eski evlerini bulmada özellikle kabiliyetlidirler. Bir köpeğin yabancı bir çevrede sahibini bulması tamamiyle duyu dışı idrakle izah edilebilir.

Ruhun çeşitli fonksiyonlarını en basit hayvanlarda da görebilmek mümkündür. Vakıa Kudret-i Sonsuzun varlıklar üzerinde tasarrufu için ruh cevherine dahi ihtiyacı yokdur, hatta bu icraat doğrudan doğruya O'nu göstermektedir. Ancak, bu durum her canlıda ruhun bulunmasına mani değildir. Tek hücreli canlılarda, bakterilerde bir takım parapsikolojik vakalara rastlanmaktadır. Clere Backster 1975 senesinde Amerikan İlimler Akademisinin bir toplantısında şu tebliği sunmuştur: Bir kap yoğurda bir kaç damla süt damlatıldığında, uzaktaki başka bir yoğurt kabına bağlı elektronik cihazlar, beklenmedik sinyaller kaydediyorlar. Yoğurt mayasındaki bakteriler, öbür kaptaki bakterilerin beslendiğini idrak ediyor olmalıydılar. Bu tip denemeler hücre seviyesinde dahi ruhun bulunması ve Kudreti her şeyi ihata eden bir Mutlak Hakim'in varlığını göstermektedir.

Hücre seviyesinde ruhun organizatörlüğü olmasa hayatiyet olmaz. Dr. Callovvay'in hesaplarına göre bir hücrede 1500 reaksiyon görülebilmekte, bir hücrenin en az 1500 bozulma çeşidi olmaktadır. Bu şartlar altında 10'un yanına 22.000 sıfır koyun, çıkan netice kadar her hücrenin farklı mekanizmalarla uğrayacağı temel değişiklikler ortaya çıkar. Akıllı bir insan bir anda 34 işi yapamazken bir hücrenin çok kısa zaman içerisinde 10 üzeri 22 000 değerindeki temel değişikliğe göre pozisyon ayarlaması moleküler biyoloji seviyesinde bir diş organizasyonunu göstermektedir.

Bu durumda bir hücreli hayvandan, daha Meri hayvanlara kadar ruh ve fonksiyonları olacaktır. İlmi tecrübelerde artış oldukça ve laboratuvarlardan tebliğler yayınlandıkça ruhun fonksiyon ve tecellileri hakkında malumatımız da artacaktır.

Kelimelerin Sihri

Gönderen MuhammedMumy

Amerika'da kelimelerin sihrini ölçmek için şöyle bir tecrübe yapmışlar: Birbirinin tıpatıp aynı erkek şapkalarından iki ayrı tezgah düzenlemişler. Tezgâhlardan birinin üzerine "Tirolyen" yazılı bir yafta eklemişler. Öbürüne hiç bir yafta koymamışlar. "Tirolyen" diye adlandırılan şapkalar ötekilerden üç misli fazla satmış. Bir başka tecrübe de çoraplar üzerinde yapılmış. İki grup bej çorap, biri yazısız, diğeri "Gala" yaftalı bir masaya yerleştiriliyor. "Gala" lar on misli fazla satmış. Ayrıca kelimelelerin sihrine kadınların erkeklerden daha fazla kapıldıklarına da mütehassıslar dikkati çekiyorlar.

İsimlerin kuvvetine gene inanmayanlar varsa denesinler; Bir kasap dükkanında şu iki yaftadan bakalım hangisi daha tesirli olacak: "Ekstra ekstra bonfile" mi yoksa, "birinci sınıf gebermiş öküz parçası" mı?

Nâhoş şeyler için hoş yahut hafifletici sözler kullanmaya frenkler evfemizm (euphemism) diyorlar. Grekçe asıllı bu kelimelerin parçaları ev "iyi", femi "konuşma" manasınadır. Meselâ "verem" yerine "ince hastalık" denir, ölüm yerine çok değişik tabirler vardır: Halikla buluşmağa hazır...

Bir ayağı çukurda... İhtizar... Hâlet-i nezi'-de... Vakit saat geldi... Emr-i Hak vuku buldu... Zemzemi yuttu... Son nefesini verdi... Kanına girdiler... Sizlere ömür... İrtihal etti... İrtihâl-i dâr-ı beka eyledi... Merhum oldu... Rahmetlik oldu... Hayata gözlerini yumdu... Dünyasını değiştirdi... Dünyadan âhirete göçtü... Aramızdan ayrıldı... Maddi vücudu aramızdan uful etti... Ecel çağırdı... Göçtü... Kurtuldu... Cenab-ı Hak'ka ruhunu teslim etti... Allah aldı... Fâni dünyaya veda etti... Ahiret yolculuğuna çıktı... Son karargâhına yol aldı... Kalıbı dinlendirdi... Allah'ına kavuştu... Can emanetini Yarada-na teslim etti... Eceline kavuştu... İlâhi vuslata nâil oldu... Cennetlik oldu... Ebediyete intikal etti... Vs...

Fakat siz şuna bakın, Arapçadır diye "Vefat" kelimesini bile dilden atmak isteyenler çıkıyor. Emellerine erişebileceklerini ummak için bu insanların "dil realitelerine" olduğu kadar "psikoloji", "sosyoloji", "antropoloji" ilimlerine de kulaklarını tıkamaları gerekir. Onlar istedikleri kadar "Öldüğümüze yanmayız, arkamızdan gazeteler vefat etti diye yazacaklar." deyip dövünsünler, bu millet onlara "vefat etti" diyecektir. Bu millet onların arkasından "merhum" diyecektir. Hiçbir zaman "sayın ölü bay" dem iyecektir..

Kelimelerin sihrinde tesirli olan sadece mânâ yönü değildir. Ayrıca telaffuz şekillerinin, kulağa saldığı hoş ahengin, hâyâle verdiği gölgenin de kelimelere kazandırdığı bir sihir vardır. Ama dillerin bir "ses güzelliği" ile dalgalanıp bir "duyurma, anlatma" ve "inandırma" gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır. Bir tarih boyunca ordu, insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gâzi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, bir çok da savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliği ile kazandılar. Kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının başarısı, söze musiki'nin duyurucu kuvvetini katabildiği Ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şâiri Bâki'nin:

Avâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.

mısralarında: yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış zirveler göze çarpar. Çünkü dillerin bir musiki gücü kazanması, kelimelerin birer "nağme güzelliği" alması, kısa zamanda olmamıştır. Denilebilir ki, dil ve edebiyat sanatı bu güzel neticeye varmak için sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarında başlayarak, "söz" ü "ses" le birleştirmeğe çalışmıştır. Ve işte böylece dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmistir.

Düşünmelidir ki, söz'ün sese bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, hem de bizim kendilerine ibtidâi dediğimiz ilk insanlar dahi anlamışlardır..

Asırların, çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mânâ kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar için ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delili budur.

Diller, musiki âletlerinden yükselen sesi; zamanla, sazları terkedecek kadar, kendi mısra, cümle ve kelimelerine nasıl işlediler? Asırlar ilerledikçe, dilin bizzat kendisi, bu nağmeleşmiş kelimelerin yardımıyle, mısralar hatta düz sözler olarak, nasıl, birer "musiki cümlesi" haline girdi, bilinmesi lâzımdır:

Diller ses bakımından nasıl güzelleşip nasıl musîkileşti? Burada, bu mevzuun çok derin olan tafsilatına girmeyeceğim. Yalnız şunu belirtelim ki: Türk dili, şiir söylemek, hatta söz söylemek için, türlü sazlardan başka, dile ses katan âhenk unsurlarının en mühimlerinden olan kâfiyeyi- keşfeden lisandır. Türkçe, daha ilk şiirlerinden başlayarak, mısrâlarda âhenkli ses tekrarları mânâsındaki "Alliterasyon" ları büyük zevkle ve alışkanlıkla kullanan ilk şiir dilidir. Böylelikle, şiiri, yalnız sazla değil, dilin kendi mimarisi içinde de musiki ile söylenen bir milletin lisanıdır.

Bu sebepledir ki, diller, bir tarih boyunca, yalnız kelime sayısı bakımından değil, ses güzelliği bakımından da işlenmişlerdir. Bunun içindir ki kelimeler, asırların ve asırlar içinde atalarımızın işledikleri bir söz mücevheridir. Onları âdi boncuklarla değiştirmek La Fontaine'nin horozu gibi, mücevherin kıymetini bilememektendir.

Dillerin musikileşmesi tarihinde, dillerin biri birinden ayn fonetik sistemlerle gelişmesinde, aynı zamanda vatan topraklarından yükselen sihirli seslerin; iklim ve coğrafya hususiyetlerinin de büyük tesiri vardır. Bu bakımdan, "Fransız dilini, bin yılda, Fransa'nın toprağı yetiştirdi." diyen Fransızca cümlede derin hakikatler gizlidir. Nitekim, Türk dilinin müzikal tekâmülünde Türk vatanlarının büyük tesiri olmuştur. Evet Türkçe, birçok başka diller gibi, yalnız bîr vatanda değil, milletimizin tarih boyunca, nice müstakil ve muhteşem devletler kurduğu, çeşitli vatanlarda işlenmiştir.

Türkiye Türkçesinin güzelliğinde de en büyük coğrafi tesir, 900 yıla varan bir zamandan beri, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesinin tesiridir. Fakat Türkçe, tarihin son dokuz asrında, dünyanın üç kıtası üzerinde lisani bir imparatorluk kurmuş ve bir imparatorluk dili halinde işlenmiştir. 3u bakımdan dilimiz, hüküm sürdüğü toprakların neresinde güzel bir ses bulmuşsa, onu kendi bünyesine almakta büyük kabiliyet göstermiştir.

Bir de milletlerin dillerini seven, anlayan ve ruhani bir güzellikle kullanan, büyük şâirlerdir. Büyük şâir demek, milletinin dilindeki güzel sesi duyan ve duyuran insan demektir. Büyük şâirler, dillerini nasıl, hangi anlayışla işlerler? Buna parlak bir misal, Fransız şâiri Malherbe'dir. Malherbe, Fransızcayı, yüksek ve çok güzel sesli bir şiir dili hâline koymak için bilgiyle, şuurla ve en mühimi sabırla işlemiş, bir şâirdir.

Aslında Fransızcada, şiirde aruzu meydana getiren bir uzun hece sistemi yoktur. Uzun hece, dilleri âdeta tek sesli olmaktan kurtarıp çok sesli yapan ve dillerde büyük müzikalite sağlayan kıymetli ses unsurudur. Malherbe böyle sihirli bir unsurdan mahrum olan Fransızcayı, şiirde her İmkâna baş vurarak bir musîki lisanı yapmak için çalışmış, Fransızcada bunun sırlarını aramış ve bulmağa muvaffak da olmuştur.

Malherbe, kökü hangi dilde olursa olsun Fransızcalaşmış kelimenin ne demek olduğunu büyük bir şuurla anlamıştı. O tarihlerde Fransada görülen kelime uydurma hareketine şiddetle muârız bulunuyor ve kelime türetmekten nefret ediyordu, halk içinde yaşayan kelimelerin nasıl birer cevher olduklarını çok iyi anlıyordu. Malherbe'nin asil kelimeleri, bu halk dilinden seçilmiş kelimelerdi. Bir şiir üzerinde, yıllarca çalıştığı oluyordu. Bir keresinde Verdun Belediye Reisinin genç yaşta ölen Rose (Gül) isimli kızı için Malherbe bir mersiye yazıyordu. Fakat bu mersiyenin yazılması çok uzun sürdü. Belediye reisi mâtemini unuttu, hatta vakti geldi, Reis de dünyadan ayrıldı. Şiir ancak bu uzun zaman içinde bitti. Malherbe'e: — İyi ama dediler, sen bu şiiri Belediye Reisini teselli için yazmıştın. Halbuki artık ortada teselli edecek bir kimse kalmamıştır. Malherbe şu cevabı verdi: — Kabahat bir şiirin yazılacağı zamana kadar yaşayamayan Belediye Reisindedir.

Malherbe'in böyle, bir kuyumcu gibi ve bir minyatür işler, bir tezhib yapar gibi işlediği şiir dili, onun hemen her mısraına ayrı bir sağlamlık veriyordu. Mısraların hemen hepsinde dilin bütün seslerini kullanmaya çalışıyordu. A, e, i, o, u, ö, ü sadâları ile sesli kelimeleri bir mısra içinde toplayarak dilde büyük bir musiki sağlıyordu. Aynı sesli harfi, meselâ a veya e sesini, o da mecbur kalmadıkça üstüste iki defadan fazla kullanmıyordu.

Malherbe, kızı Rose'un ölümü dolayısı ile Verdun Belediye Reisi Monsieur da Perier'ye yazdığı teselli mersiyesinde "Izdırabın ebedi mi olacak da Perier? Babalık sevgisinin ilham ettiği hüzünlü düşünceler bu elemi durmaksızın artıracak mı?" Diyor ve şiirinin bir mısraında da:

"Et rose elle a veseu ce gue viuent les roses''

kelimeleriyle övüyordu. E, o, c, a, e, ü, ö, i, e, o harfleriyle seslendirilen bu mısrada; üst üste gelen iki ayrı ö sesi de dahil, hiçbir ses iki defa tekrarlanmıyordu. Şiirin mânâsı aşağı yukarı, "Gül, bir güldü ve güller kadar yaşadı" duygusundaydı.

Fransızlar, Malherbe'in bu mısraını Fransız şiirinin beş hârikası arasında saydılar. Malherbe, Fransızcayı da işleyip güzelleştiren bu mısraıyle bir kere daha devamlılık kazandı. Çünkü Malherbe, bir dil nasıl güzelleşir? Bunun sırrını kavramıştı ve aslında Malherbe Fransızcayı, Fransa, kadar candan seviyordu. Çünkü Malherbe, ana dili üzerinde sevgi ile, bilgi ile, şuurla ve sabırla işliyordu. Ona tek bir uyduruk kelime katmıyor, onu Fransız halkının kullandığı kelimelerin en güzellerini seçerek güzelleştiriyordu.

Bir cümle ile Malherbe, dilini yıkanlar gibi değil dilini yapanlar ve yaşatanlar gibi çalışıyordu.

Kendimiz Olmak.

Gönderen MuhammedMumy

İstidatlar ayrı ayrıdır. Bu ayrılıkta "Nahnu Kasemna" da anlatılan hikmetler saklıdır. Bazı istidatlar zühre, bazıları katre, diğer bazıları da reşha gibidir. Bunlardan her biri kendi mahiyetinin zirve ve kemâl noktasına ulaşabilir; ama birbirine dönüşemez. Yani, zühre katre olmaz; katre de reşha. İsterseniz siz, iki Cihan Serveri'nin sözünden mülhem olarak, istidat ve kabiliyetleri madenlere de benzetebilirsiniz: Demir, bakır, gümüş ve altın gibi.. Bunlardan herbirini işletip en mükemmel seviyeye ulastırmanız mümkündür; ancak birinden diğerini elde etmeniz asla mümkün değildir.

Kendimizi olduğumuzun dışında kabule çalışmak, imkansızı isbata çalışmak kadar muhakemesizce bir düşünce ve hareket tarzıdır. Birşey sadece kendisinin aynıdır. Diğer benzeme ve benzetmeler İse daima eksik ve yarım kalır. Taklit insanı, nisbetler-deki az bir değişiklikle tamamen ortadan kalkmaya mahkûmdur. Zira o, bu haliyle kimyevi terkipler gibidir.. Kendimizi kendi arzuladığımız şekilde gösterme gayretini bir tarafa atarak, olduğumuz gibi görünme faziletini elde edebilirsek, eskimeyen bir "hâl" seviyesine de erebiliriz. Aksi durum ise neticenin de aksini getiririz. Zaten "Layık olmadan kazanılan müstehak olmadan kaybedilir."

Bizde olmayan, fakat başkasının bizde var zannettiği yüksek payelere -sırf onların zanlarına aldanarak sahip olduğumuzu kabul etmemiz ne kadar tuhaf!. Acaba ressam olmadığımız halde, başkasının bizi ressam bilmesi kendimizi öyle kabul etmemize yeterli sebep olabilir mi?!.

Bodrum katında zıplaya zıplaya başı tavana değmiş bir insanı, eğilirken başı bulutlara çarpan insanla, sadece baslarının bir yere değmiş olmasını ortak nokta kabul ederek yek diğerine kıyas etmek ne kadar isabetten uzak ise, kendimizi büyüklere kıyasımız da o derece uzaktır. Hayır, onlar asil ve mümtaz varlıklardır. Bir-iki yönümüzle onlara benzememiz mümkün olsa bile bütünüyle asla!. Zaten mümkün olsaydı böyle bir kıyaslamaya kalkışmak mümkün olmazdı..

Hırs kötüdür, ancak bu mevzudaki hırs ölümdür. Haris, en basitine layık olmadığı halde en yüksek mevkilere göz diken ve göz diktiği mesafe miktarınca tersine' dönmüş minare gibi dibe doğru yükselen, hâl ve tasviri güç cemiyet içinde gülüne bir zavallıdır. Şahsiyetli bir insan için bu hâl ise ölüm değil ölümden de beterdir.

Hayat sahnesinde hepimiz için ayrı birer rol vardır. Biz, bize verilen rolü en güzel şekilde oynamakla mükellefiz. Hakkı eda edilmiş bir dilencilik rolü, hiç bir zaman güzel oynanamamış krallık rolünden aşağı değildir. Unutmayalım ki, büyük insanları büyük yapan büyük işler yapmaları değil; ne kadar küçük olursa olsun lüzumlu olanı yapmalarıdır.

Son Sarsıntılarıyla Evrim

Gönderen MuhammedMumy




Oldukça eski bir makale , okumanız ve düşünmeniz temennisiyle ekliyorum ...


Dr.Fuat Bozer

Evrim Anaforu ve Gerçek’den

Evrimciler, ilkel atmosferin terkibinin; metan, amonyak, hidrojen ve su buharından ibaret olduğu varsayımını esas alarak tertipledikleri bazı tecrübelerle, böyle bir atmosferde birtakım dış şartların uygun biçimdeki tesirleriyle amino asitlerin, proteinlerin, polisakkaritlerin, nükleik asitlerin ve hatta ilk hücrenin kendiliğinden teşekkülünün izah edilebileceğini öne sürmüşlerdi. Fakat son jeofizik gelişmeler neticesi ilk atmosferin yapısının onların zannettikleri gibi olmayıp; karbondioksit, azot ve su buharından meydana geldiği kesinlik kazanınca Miller, Fox ve onları takib edenlerin izahlarının muhtevaca yanlış olduğu ortaya çıktı. Bu defa, birçok araştırıcı; CO2, H2O N2 ve H2 ihtiva eden benzer atmosfer şartlarını laboratuvarda sağlamlık suretiyle onların tecrübelerini tekrarladıklarında, bir tek amino asidin bile oluşmadığını gördüler. Daha yakın zamana ait keşiflerle eski dünya atmosferinde yaklaşık olarak % 1 nisbetinde O2 nin de bulunduğu ortaya çıkarılınca, “evrim”e ait iddialar yıkıcı nihai bir darbe daha alarak bütün bütün itibarlarını kaybettiler. Böylelikle artık evrimcilerin, yeryüzünde hayatın başlayışı konusunda söyleyebilecekleri hiçbir şey kalmamış oluyordu.

“Evrim”e inananların ilk hücrenin teşekkülüne ait açıklamalarını şekil ve kuruluşca ele alarak; bir temel “varsayım” gibi kabul etmiş oldukları, fakat günümüzde yanlışlığı ispatlanan ilk atmosfer bileşimi ve şartları içinde gerçekten bir hücre kendiliğinden meydana gelebilir mi? sorusuna cevap ararken, evrimci mantığın esaslarını belirlemek istiyoruz.

“Evrim” görüşüne sahip kişiler, kendi mantıkları icabı, çok hücreli kompleks organizmalardan önce daha basit yapılı, hatta tek hücreden ibaret olan bir canlının meydana gelmiş olması gerektiğini düşündükleri için; uzunca bir süre bu konuda makul hipotezler kuramamanın sancısını çekmişlerdi.J. Neyman’ın, The Heritage of Copernicus: Theories “Pleasing to the Mind” adlı kitabında belirttiğine göre 1953 yılına kadar hiç inandırıcı olmayan, “alg’e benzeyen ve gıdasını fotosentezle kendisi yapabilen ilk canlı hücrenin bugünküyle atmosferinde gerçekleşen idraki zor, ani bir hadise neticesi kendiliğinden meydana geldiği ve bütün diğer canlıların da bu algden türemiş olduğu” şeklindeki klasik “abiyogenezci varsayım’‘la iktifa etmek zorunda kalmışlardı. Daha sonraları, o devirlerin jeofizik sahasındaki yeni gelişmeler, eski dünya atmosferinin terkibinin şu anda varolandan farklı bir şekilde amonyak, metan, hidrojen ve su buharından meydana gelmiş olduğu intibaını verince, faraziyelerini derhal bu yeni duruma uygun şekilde revizyona tabi tuttular. Şimdi artık bu gaz karışımından dış şartların kolaylaştırıcı tesirleriyle amino asit, şeker, nükleik asit bazları gibi hücrelerin temel bileşenlerinin kendi kendilerine teşekkül etmiş olduğu varsayılmaya başlanmıştı.

Buna destek olarak da, o devirlerden kalma mikrofosiller ve organik madde artıkları gösterilmeye çalışılıyordu.

Fakat meseleye tarafsız bir açıdan bakan paleontologlara göre, gözle görülebilen hiçbir fosil izi taşımayan kayalarda bulunan hayvan ve bitki kökenli organik maddeler, aslında bozulup dağılmış hücre artıklarıdır. Gerçekten, geriye doğru bir gidiş yapılarak, fosil arşivimizde yapıları tesbit edilebilen en eski fosillerden olan tek hücreli mavi yeşil algleri de ihtiva eden 1-3 milyar yıl kadar öncesinden kalma tortullar incelendiğinde bitki ve hayvan kaynaklı organik maddelerle dolu oldukları görülecektir. Mavi-yeşil algler adı verilen tek hücreli canlılar çoğu zaman mikroskopla dahi görülebilecek fosiller bırakmadan ayrışmışlar ve içlerinde bulundukları kayalarda onlardan geriye sadece organik maddeler şeklinde artıklar kalmıştır.

Stanley Miller, bu konuyu araştırmak için düzenlediği tecrübede hava geçirmez bir cihaz yapmış ve içine metan, hidrojen ve amonyak gazları koyarak bunlardan elektrik kıvılcımları geçirmişti. Cihazın alt tarafına, içinde devamlı olarak su kaynayan bir bölüm eklenerek sisteme ısı ve buhar temin edilmişti. Su buharı cihaz içinde dolaşırken, soğutucu bir bölmeden geçirilerek yoğunlaştırıldıktan sonra, tekrar kaynama bölümüne geri döndürülmekteydi. Miller, bu şekilde gazların ve su buharının içinden bir hafta devamlı elektrik kıvılcımları geçirdikten sonra, cihazın alt bölümünde biriken sıvıyı incelemişti.

“Evrimci” saplantısı olan birçok yazarın, başkalarını da “evrim”in bu mekanizmayla gerçekleşmiş olduğuna inanmaya zorlamak için, Miller’in deneyleri sonucu elde edilen maddeleri sadece hücre teşekkülü için varlığı zaruri olan amino asitlerden ibaret bir karışımmış gibi tanıtmaya çalışmalarına rağmen; Miller’in konuyla ilgili bizzat kendine ait yazıların, incelediğimizde, gerçeğin hiç de böyle olmadığını görüyoruz.

Zaten, biraz biyokimya bilen herkes, teorik olarak böyle bir karışımdan, söz konusu şartlar altında pekala hidrosiyanik asit, formik asit ve özellikle nitrik asit gibi maddelerin de teşekkül edebileceğini kolaylıkla tahmin edebilir. Hatta Prof.Dr. Ruhi Töre’nin belirttiğine göre, bilinen organik kimya kanunları gereğince bu bileşiklerin amino asitlerden daha da büyük bir kolaylıkla ve çok daha fazla miktarlarda meydana gelmeleri beklenir.

Gerçekten de, Stanley L.Miller’in tecrübe neticesini yayımladığı tabloya baktığımızda, cihaz içinde biriken sıvıda 103 mg amino asitin, 2O2 mg da hücre yapı ve fonksiyonuna zarar verici veya en azından lüzumsuz organik asidin bulunduğunu görmekteyiz. Miller’in bu tabloda sadece organik maddeleri dikkate aldığı ve inorganik bir bileşik olan nitrik asidi değerlendirmeye katmadığı da göz önünde bulundurulunca, tahripkar nitelikli asitlerin yanında amino asitlerin çok az bir nisbet teşekkül ettiği kesinlikle anlaşılır. Buna bir de iptidai atmosferde bolca bulunduğu ve özellikle 240 nm’ye kadar olan dalga boyundaki ultraviyole ışınları emerek, güneş enerjisi depo edicisi görevini yaptığı farzedilen (*) hidrojen sülfidden oluşacak bol miktarda sülfirik asidi de eklersek; evrimcilerin hayallerinde yağmur sularına taşıtarak denizlerde biriktirdikleri az miktardaki amino asitle beraber, organik yapıları bozucu ve parçalayıcı vasıfta çok daha fazla miktarda asidin de denizlere taşınmış olması gerektiğini, mantık ve biyokimya kaidelerine dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz.

Böyle bir karışım içinde zaten azınlığı teşkil edecek amino asitleri bu defa da hidroliz tehlikesi bekleyecektir. Gerçekten benzer şartlar bir tecrübe tüpünde sağlandığında, hücre yapısında yer alan 20 çeşit amino asidin istisnasız herbirinin molekül içi parçalan maya uğrayarak bütün hususiyetlerini kaybettiğini görebiliriz. Bunlardan triptofanın tamamıyla, serin ve treon’in değişik miktarları yok olarak geriye siyah renkli bir polimer olan humin kalmaktadır. Glutamin ve asparajin, glutamat ve aspartat’a deamide olurken, glutamik asit intramoleküler dehidratasyon geçirerek pirolidon haline dönüşmekte ve geriye kalan diğer amino asitler de intermoleküler dehidratasyona uğrayarak siklik anhidridler haline gelmektedirler.

J.Neyman’ın bahsi geçen kitabında Stanley L.Miller’in şu sözleri naklediliyor:

“Hocam Harold Urey, 1951 yılındaki bir seminerinde, eski dünya atmosferinin tıpkı şu an Jüpiter’de bulunana benzer bir terkipte olduğunu söylemişti. Ben de onun bu fikrine dayanarak çalışmalarıma başladım.” Ve bundan sonra Miller, ünlü tecrübesini gerçekleştirme hazırlıklarına koyulmuştur.

Oysa bakın, geçtiğimiz yıllarda Jüpter’i inceleme programı çalışmalarının neticelerini Stern dergisinde açıklayan Joaclim W.Ekrutt bu konuyla ilgili olarak neler diyor: “Voyager 1 teknik imkanları sayesinde hemen her konuda çok yönlü birçok çalışmayı başarabilecek kapasitededir. Yapamayacağı tek şey, Jüpiter’de hayat olup olmadığını araştırmaktır. Çünkü kendisine bunun için gerekli cihazlar ve tertibat monte edilmedi. Aslında buna gerek de yoktur. Çünkü Jüpiter’de hüküm süren iklim şartları ve çoğunluğunu amonyak ve metan gibi zehirli gazların teşkil ettiği bir atmosfer içinde hiçbir yaşama biçimi gelişemez.”

Yine benzer çalışma programlarının neticelerini açıklayan başka ilim adamları, atmosferinde benzer asit karışımları bulunan Venüs gezegenine inen çelik ve diğer dayanıklı alaşımlardan yapılmış uzay araçlarının dahi, asitlerin tahrip edici etkisile dağılıp parçalandığını bildirmektedirler. (**) Fakat gelin görün ki, istisnasız bütün evrimci yazarlar bu korkunç atmosfer şartlarını sanki hayatın başlayıp gelişmesi için en ideal bir vasatmış gibi tanıtmaya çalışırken; denizlerde birikmesi daha muhtemel olan yakıcı asit karışımını da işitenin et suyu çorba niyetine içivermek isteyeceği nefis ve yoğun bir amino asit, protein ve nükleoprotein çözeltisiymiş gibi anlatmaktan geri kalmamaktadırlar.

Allen J.Bard ve A.Katchalsky gibi bazı evrimciler; muhtemelen burada beliren aksaklıklara bir çözüm bulabilme gayretiyle, nikel ve çinko bakımından zengin killeri katalizör olarak kullanarak; amino asitleri ve diğer bazı organik maddeleri elde ettiklerini bildirdiler.

Aslında “evrim’‘e ait açıklamaların çıkmaza girmiş olması açısından durum hiç değişmemiştir. Çünkü, reaksiyona giren aynı başlangıç maddelerinden, ister Miller’in isterse Bard ve Katchalsky’nin tasarladıkları metodlarla olsun, hayat hadiselerinde ve organik yapılarda lüzumlu maddelerle beraber tahrip edici ve yıkıcı asitlerin de teşekkülü bilinen biyokimya kanunlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Ve netice az önce sözünü ettiğimizden zerrece farklı olmayacaktır. Evrimciler içindeki bir grup, karalar üzerinde Bard’ın tahayyül ettiği şekilde kendiliğinden teşekkül etmiş bir çıplak nükleik asidin, dünyadaki ilk canlı olduğunu öne sürmüştü. Fakat nükteik asitlerin hususiyetlerine ait bilgilerimizdeki son gelişmeler bu iddianın yanlışlığını kesin olarak ortaya koydu. Bugün artık biliyoruz ki canlı hücreler ve yapı komponentleri üzerinde en öldürücü ve tahripkar morötesi ışınının dalga boyu 260 nm. dir. Doç. Dr.Sabire Karaçalı’nın da belirttiği gibi, nükleik asitlerin temel yapı taşları olan pürin ve piriminin bazları 260 nm dalga boylu ultraviyole ışınlara özel bir ilgi göstererek, bütün diğerleri içinde en fazla miktarda ve en hızlı olarak bu dalga boyundaki ışığı absorbe etmektedir. Evrimcilerin hiçbir ilmi delile dayanmadan iddia ettikleri gibi o zamanlar gerçekten pürin ve primidin bazları mevcut idiyse bile dünyanın eski atmosferinden yeryüzünün metrekaresine bir günde isabet eden 250— 300 nm arası dalgaboylu ışınların 300.000 jüllük yıkıcı tesiriyle bu bazların; nükleik asit şeklinde pohimerleşmek şöyle dursun, hidrojen siyanid, diaminoalenitril ve siyanoasetilen gibi küçük parçalara bölünmekten kurtulmaları asla mümkün değildir.

Miller veya Bard-Katchalsky’nin protein, nükleid asit ve uzun zincirli karbonhidratlar gibi dev kompleks moleküllerin kendiliklerinden rastgele oluşabilecekleri şeklindeki iddiaları bir diğer mühim kimya prensibiyle de “çelişmektedir.” Moleküler sentezin, kendi kendisine çok uzun bir süre devamı ve daha üst yapılara geçişi teorik olarak imkansızdır. Çünkü eğer bu şekilde sadece amino asitlerin meydana gelmeye başlamış olduklarını geçici bir süre farzetsek bile, bu sentezi mümkün kılabilecek enerji türleri, hiç şüphesiz bir denge durumuna ulaşıldıktan sonra bu sefer de biriken ürünlerin yıkımına başlayacaktır. Aslında hususi olarak bu durum ele alındığında, söz konusu enerji öylesine yüksek miktarlardadır ki, onun tesiriyle önce temel organik moleküllerin sentezlenmesini ve daha sonra da bunların hücre şeklinde organize olmasını beklemek; İskenderun çelik fabrikasının demir cevherini eriten yüksek fırınlarında, sahanda yumurta pişirmeye kalkmak kadar mansızdır. Bu işi deneyen kimse uzaktan kontrollu bir sistemle tavayı fırına sokabilirse, göz açıp kapayana kadar geçecek çok kısa bir süre içinde, yağla yumurtanın kül bile bırakmadan yanıp bittiğini ve hemen arkasından da tavanın eriyiverdiğini görecektir. Nitekim en iyimser tahminlere göre o zamanlar yeryüzüne - radyoaktif ışıma, volkanik ısı, kozmik ışınlar, yıldırım ve güneş ışığı şeklinde bir günde ulaşan enerjinin toplam miktarı; dünyanın bütün sathını çepeçevre kuşatacak 11 cm kalınlığında demir bir kılıfı tamamen eritmeye yetip artacak kadar fazladır.

Böylesine yüksek orandaki ısı enerjisi- nin tesiriyle bir günde 400.000.000.000.000 ton demir eriyebilecekti. Bu miktar İskenderun demir çelik tesislerinin günlük istahsalinin tam 60 milyon katıdır.

Gerçekten de son jeofizik gelişmelerin ışığında Miller ve arkadaşlarının “Organik biyokimyevi evrim”in başlamış olduğunu iddia ettikleri jeolojik zaman dilimi içinde dünyanın, onların bu hayali sentezlerine asla imkan tanımayacak şekilde ergimiş demir ve nikel cevherlerinden ibaret sıvı bir kızgın küre durumunda olduğu hususunda bütün araştırıcılar fikir birliği içerisindedirler.

İlmin Putlaştırılması

Gönderen MuhammedMumy



Günümüzde modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırdı ki, artık o, iki adım ötesini görememekte, ilim ve teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte, güvenmek bir yana; mevcut teknik imkanlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar çarpık kanaatler taşımaktadır.

Böyle bir aşırılığın insanoğluna, neye malolacağını kestirmek zor olmasa bile, bu mevzuda verilecek herhangi bir hüküm için zamanın tefsirini beklemeyi daha faydalı bulmaktayız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; herşeyde ifrat ve aşırılık zararlı olduğu gibi, ilmin bir “put” haline getirilerek bütün değerlerin ona götürülüp bağlanması da, hem insanlık

adına hem de ilimler adına fevkalade tehlikeli ve zararlıdır.

Evet ilmin, salim düşünce- tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur. Ne var ki o, tek başına kaldığında, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da katiyyen gözardı edilmemelidir.

Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbi hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer afet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında “kuvvet”e omuz verip yan çıkacakdır.

Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddi-manevi mutluluğunu hedef alıp, onun bedeni-ruhi problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler beklemek de abesdir.

Bugünün bütün bütün maddileşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsi hazları, maddi refah ve rahatı itibariyle laka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, hergün biraz daha ahlaki çöküntü, ruhi bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hakim olmasının, ilim adamlarındaki beleşcilik düşüncesinin ve hasbi ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilham insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür hergün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.

Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi planlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri katiyyen veremeyecektir.

Öyle zannediyorum ki, bugün talim ve terbiye müesseselerimizden en yüksek devlet kademelerine kadar görüp müşahede ettiğimiz kusurların büyük bir bölümü de, işte bu, kimliği tesbit edilememiş ilim anlayışından kaynaklanmaktadır. Kanaatim o ki, herşeyi vak’aların dış yüzünde araştıran talim ve terbiye müesseseleri, hikmet ruhundan uzak kaldıkları ve bu müesseselere ilim taassubu, dar kafalılık hükmettiği sürece, nesiller sathileşmeye devam edecek, tefekkür hayatımız daha da sığlaşacak; yeni buluş ve tesbitler insanlığın kurtuluşu adına bir kısım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki bu umumi yozlaşmanın önü alınamayacaktır.

Bir yerde, eğer ilmi keşif ve tesbitler, insanoğlunun maddi manevi mutluluğunu hedef almıyor ve insanlık ruhunun emrinde şekillenmiyorlarsa, ilim gayesinden saptırılmış, teknoloji insanlık aleyhinde işlemeye başlamış ve insanoğlu rağmına herşey altüst olmuş demekdir.

İnsanoğlu, kulakardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir varlık değildir. 0, varlık adına sözü edilen herşeyin merkez noktasını tutmakta, önünde ve üstünde başkalarına yer vermeyen Yaratıcının gözdesi müstesna bir yaratıkdır. Kâinatları vareden Zat, onu, varlığın özü, hülasası ve gayesi olarak yaratmıştır. Böyle bir mevkide yaratılan insanın gayesi de, Yaratıcısını arayıp bulmak, varlığına gaybi ve uhrevi derin likler kazandırmaktır.

Bu noktada ilme düşen vazife ise, insanın gözünden perdeyi kaldırıp ona gerçeği göstermek ve onu yeni tefekkür ufuklarına doğru seyahata hazırlamak olacakdır.

Bu sayede, ilmin bütün buluş ve tesbitleri, insanoğlunun ruhunda, ötelere doğru uzayıp giden birer merdiven haline gelecek ve hergün ayrı bir iman şuuru, ayrı bir ibadet aşkıyla şahlanan talihli ruhlar, bu merdivenle, cismaniyetin dehlizlerinden kurtulacak, zaman üstü hüviyetlere ulaşarak bütün zaman ve mekânların üstünde Sonsuzla hemdem olacaklardır.

Artık bundan böyle, bunlar için, ne kendilerini aşağıya çekmek isteyen tabiatın zararlı yanları karşısında yenilmek, ne de bedene ait sis ve dumanlar içinde şaşırıp kalmak bahis mevzuu değildir. Çevrelerini saran bütün is ve pasdan arınmış bu üstün kametler, kimbilir günde kaç defa gökler ötesi varlıklarla tanışıklığa giriyor, kaç defa meleklerle atbaşı sonsuzluk istikametinde yarışlara katılıyor ve kaç defa, hakikatın hararetiyle bir mum gibi eriyip o bilinmez okyanuslarla bütünleşiyorlardır...?

İlim Adamları Serisi - 1) Farabi

Gönderen MuhammedMumy

İlim adamlarını ve adamlarımızı tanıtmak amaçlı bi blog serisi ... Takip etmeniz ve yararlanmanız dileğiyle ...



Farabi
Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Farabi, (İS. 870)’de Türkistan’da Farab yakınında küçük bir köy olan Vasic’te doğdu. Ebeveynleri aslen İranlı soyundandır, fakat ataları Türkistan’a göç etmişlerdir. Avrupa’da ‘Alpharabius’ olarak bilinen Farabi, bir generalin oğlu idi. İlk öğrenimini Farab ve Buhara’da tamamladı, fakat daha sonra, yüksek öğrenim için uzun bir süre yani 901- 942 arasında okuduğu ve çalıştığı Bağdat’a gitti. Bu süre boyunca, ilim ve teknolojinin bir çok dalında olduğu gibi bir kaç dil üzerinde de ustalık kazandı. Altı Abbasi Halifesi’nin hükümdarlığı boyunca yaşadı. Bir filozof ve bilim adamı olarak, çeşitli ilim dallarında büyük ustalık kazandı ve farklı dillerde bir uzman olarak aktarıldı.

Farabi bir çok uzak ülkeyi gezdi ve bir süre Şam’da ve Mısır’da çalıştı, fakat Halep’te Seyfü’d Devle’nin sarayını ziyaret edinceye kadar tekrar tekrar Bağdat’a geri geldi. Kralın sadık danışmanlarından biri olmuştur ve ününün uzak ve geniş bir biçimde yayılması burada Halep’te olmuştur. İlk yıllarında, bir Kadı (Hakim) idi, fakat sonradan meslek olarak öğretmenliği seçti. Kariyeri boyunca, büyük zorluklara katlandı ve bir keresinde bir bahçenin bakıcısı bile oldu. HS. 339 / İS. 950′de 80 yaşındayken Şam’da bekar olarak öldü.

Farabi, fen bilimine, felsefeye, mantığa, sosyolojiye, tıbba, matematiğe ve müziğe epeyce katkıda bulunmuştur. Başlıca katkıları felsefeye, mantığa ve sosyolojiye olmuş gibi görülmektedir ve, elbette, bir Ansiklopedici olarak da göze çarpmaktadır. Bir filozof olarak, Platon ve Aristo felsefesini İslam felsefesi ile bağdaştırmaya çalışan bir Yeniplatoncu(Neoplatonist) olarak sınıflandırılabilir ve onun orijinal katkılarını kapsayan birkaç diğer konudaki çok sayıda kitabına ek olarak Aristo’nun fiziği, meteorolojisi, mantığı, vb. üzerine bazı zengin açıklamalar yazmıştır. İslam felsefe geleneğinde, ‘ilk öğretmen’ olarak bilinen Aristoteles’ten sonra ‘İkinci Öğretmen’ (el-muallimü’s-sani) olarak anılır. Farabi’nin önemli katkılarından biri de mantık çalışmasını iki kategoriye, yani, Tahayyül (fikir) ve Subut (ispat), bölerek kolaylaştırması idi.

Sosyolojide, ünlü olan Erdemli Şehir (Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla) dışında birkaç kitap yazdı. Psikoloji ve metafizik üzerine kitapları büyük ölçüde kendi çalışmalarını yansıtmaktadır. Aynı zamanda müzik üzerine de Müzik Kitabı(Kitab’ül-Musika) başlıklı bir kitap yazmıştır. Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Fizikte, boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğunun kaybolmasına rağmen, 43 mantık üzerine, 11 metafizik üzerine, 7 ahlak üzerine, 7 siyaset bilimi üzerine, 17 müzik, tıp ve sosyoloji üzerine ve de 11′i tefsir olmak üzere 117 eseri bilinmektedir. Daha ünlü kitaplarından bazıları, çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca bir felsefe ders kitabı olarak kalmış olan ve Doğu’da bazı kurumlarda halen öğretilmekte olan Fusus al-Hikam kitabını içermektedir. Kitab al-Isa al-Ulum kitabı, bilimin sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve faydalı bir tarzda incelemektedir. Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla ‘Model Şehir’ kitabı sosyoloji ve siyaset bilimine ilk önemli katkıdır.
Farabi birkaç yüzyıl boyunca bilim ve ilim üzerinde büyük bir etki bırakmıştır.Farabi, sonradan bir Neoplatonik yazarın eseri olduğu ortaya çıkmasına rağmen, Aristoteles’e mal edilen Teolojisi kitabını,Aristoteles’in yazdığını sanmıştır. Buna rağmen felsefede yüzyıllar boyunca ikinci öğretmen olarak kabul edilmiştir ve felsefe ve tasavvufun sentezini amaçladığı eseri, İbn Sina’nın çalışmasının yolunu açmıştır.

Akılcılıkla İslamı Bağdaştırmaya Çalışan İlk Türk Düşünürü: F A R A B İ

Farabi (Faraplı) diye anılan Ebu Nasr Muhammet (870-950), eski Grek felsefesini yorumlayan ve geliştiren bir filozof olarak tanınmaktadır. O İslam dinine felsefi bir nitellik kazandırmak, İslamiyetle Platon(Eflatun) ve Aristoteles felsefelerini bağdaştırmak istemişti. Bu nedenle İslam felsefesinin kurucusu sayılmış,aynı zamanda kendisine Aristoteles’ten sonra gelen ikinci öğretmen anlamında “hace-i sani” unvanı verilmiştir. Bunun dışında onun siyaset sosyolojisi ile ilgili olarak yazdığı Erdemli Şehir adlı eseri de ününü artırmıştır. Farabi, bu kitabında faziletli bir devletin ve onun başkanının nasıl olması,ne gibi nitelikler taşıması gerektiği üzerinde durmuştu. Nihayet onun bir bilim sınıflaması yapması ve bu arada müziği bir bilim dalı olarak ele alıp değerlendirmesi de belirtilmeye değer.(Ş. Turan, Türk Kültür Tarihi, s: 164)Farabi (872-950),İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusudur. Siyaset felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “ Medine-i Fadıla”(Erdemli Şehir) ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştu. Erdemli Şehir adlı yapıtında Eflatun’un ‘Cumhuriyet’inden yararlandığı anlaşılıyor. Doğu felsefesi ile eski Yunan felsefesini birleştirmeye, uzlaştırmaya çalıştı.

Siyasal alanda eski Yunan felsefesi,Arap düşüncesine 9. yy’da El-Kindi ile girmişti. Eflatun’un ve Aristo’nun eserlerinin Arapça çevirilerinden yararlanan El-Kindi, devlet yönetimi ile ilgili bir düzine risale yazmıştı. Bununla birlikte İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusu olarak Farabi bilinir. Farabi, devlet felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “Medine-i Fadıla” ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştur. Bue eserlerde,devleti Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa,çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını iler sürmüştür. Farabi bu konuda,Eflatun’un “Cumhuriyet”inden esinlendiği anlaşılan, beş tabakalı bir Erdemli Şehir (”Medine-i Fadıla”) tablosu çizmiştir. Bu siyasal birimin başında bir “filozof-hükümdar” bulunacak,eğer böyle biri yoksa devleti ya bir grup ya da kanun ve gelenekleri iyi bilen biri yönetecektir. Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacaklar ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi egemen kılınacaktır. Farabi, devlet hayatı ile ilgili ilkeleri sayarken, ilk olarak “adalet”i belirtmekte ve “ adalet toplum mensuplarının paylaştıkları bütün iyi şeylerin başında gelir” demektedir. Burada “Prenslerin aynası” geleneğini oluşturan, doğu felsefesi ile eski Yunan siyasal düşüncesini birleştiren temel bir ilke ile karşı karşıyayız.

Farabi’nin düşüncesi,kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş,Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)u yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu.

Yanko Desing ilk 10 Tasarım .

Gönderen MuhammedMumy

Yanko Design'ın haziran 2009'da en iyi tasarım olarak seçmiş olduğu 10 tasarıma göz atıyoruz;

10.Sırada Scania için Adam Palethorpe tarafından tasarlanan çok şık bir kamyonumuz var;

Scania Truck by Adam Palethorpe
Scania Truck by Adam Palethorpe

Aracın lastiklerini gizleyen kapak üzerinde görüleceği üzere led bölmeleri yapılmış, bu bölmelerde yanan led lambaların rengi ve sayısına göre anlamamız gereken şey ise, aracın ne kadar süredir durmadan yoluna devam ettiği ya da hız limitini aşıp aşmadığı olmuş. Ülkemiz düşünüldüğünde pek kullanılmak istenecek bir özellik olmamakla birlikte "ıslığı dağı taşı aldı güttüğü 2 keçi" dedirten cinsten bir ayrıntı olmuş.

9.Sırada Charles Pyott tarafından tasarlanmış olan taşınabilir bir plak çalar var.

Portable Record Player by Charles Pyott.
Portable Record Player by Charles Pyott.

"Günümüz teknolojisinde ne gerek var canım" diye düşündürse de tasarım itibariyle şık ve kullanılası bir ürün olmuş.

8.Sırada Mac Funamizu tarafından hazırlanan hologram ekranlı cep telefonu dizaynı bulunuyor.

Hologram Mobile Phone by Mac Funamizu.
Hologram Mobile Phone by Mac Funamizu.

7.Sırada Young Sang Eun tarafından hazırlanan bir tuvalet tasarımı var. halk tuvaletlerinde kullanılmak üzere planlanmış tasarım kendi kendini sterilize eden bir yapıya sahip.

Turn-around Toilet by Young Sang Eun
Turn-around Toilet by Young Sang Eun

6. Sırada Ferrari için Vincent Montreuil tarafından tasarlanan bir araç var, "50 yıl sonrasını hayal edin" denmiş. Lakin Ferrari çalışır çabalar daha erken yapar mı yapar.

Ferrari X-Racer by Vincent Montreuil
Ferrari X-Racer by Vincent Montreuil

5.sırada Zhenwei You tarafından körler için hazırlanmış dokunmatik ekranlı bir cep telefonu var. telefon taranan bir sayfanın metnini körlerin kullandığı alfabeye çevirerek ekrana yansıtabiliyor, bu sayede herhangi bir kitap anında okunulabilir hale getirilmiş oluyor.

Mobile Touchphone for the Blind by Zhenwei You.
Mobile Touchphone for the Blind by Zhenwei You.

Cihazın bir diğer özelliği ise navigasyon. dışarıdayken kullanabileceğiniz bu özellik önünüze çıkan nesneler doğrultusunda sesli uyarılar verilmesi şeklinde çalışıyor. Tanıtım videosunu izlemek isterseniz buyrun.

4.sırada Paul Grader tarafından tasarlanan Pushya & Pullya isimli iki robot var, biri iyi biri kötü olan robotlardan Pushya hatalı işler yapan, pullya ise doğru işler yapan robotlarımız.

Meet Pushya & Pullya Robots by Paul Grader
Meet Pushya & Pullya Robots by Paul Grader

Hayatın içinde hem iyi hem de kötünün olduğu (Ying-yang) düşüncesiyle yapılmış.

3. sırada IIshat Garipov tarafından hazırlanmış olan cep telefonuna dönüşen kulak telefonu şeklinde bir tanım yapılmış.

Earphone Transforming Mobile Phone by IIshat Garipov.
Earphone Transforming Mobile Phone by IIshat Garipov.

Bu da kulak telefonu hali.

Earphone Transforming Mobile Phone by IIshat Garipov.
Earphone Transforming Mobile Phone by IIshat Garipov.

Görünüşe bakılırsa pek rahat kullanım sunmayan bir ürün, belki uzun telefon görüşmelerinde tercih edilebilir. Ya da siz bi kulaklık alın.

2.sırada Doyeop Kim tarafından tasarlanan bir servis şişesi var. gözünüzde büyütmeyin, 3 düğmeye farklı tepki veren bir ampülden bahsediyoruz.

Service Please Bottle by Doyeop Kim.
Service Please Bottle by Doyeop Kim.

Restoranlar için planlanan olay şu, su istediğinizde cihazın üzerinde bulunan water tuşuna basıyorsunuz ve ampül mavi renge dönüşüyor, order tuşuna bastığınızda pembeye, bill tuşuna bastığınızda yeşile dönüşüyor. Bu renkleri gören garsonlar isteğiniz doğrultusunda hareket ediyorlar.

1.sırada Adam Schacter tarafından tasarlanmış olan kargo aracı var, arkasındaki yük konabilen bölümünü ihtiyacınız doğrultusunda ayarlayabiliyorsunuz.

Cargo Truck by Adam Schacter.
Cargo Truck by Adam Schacter.

7 ve 5 numaralı ürünleri ilk ikiye koyardım ben, toplum faydası düşünen bir insanım sanırım, sizin sıralamanız nasıl olurdu?

Neden hata yapıyoruz?

Gönderen MuhammedMumy



Norveç'te bulunan Bergen Üniversitesi çalışanlarından Dr. Tom Eichele, insanların neden hata yaptıklarını ve bu yapılan hataların öncesinde beyinde neler olup bittiğini sorgulayan bir araştırma yaptılar. Bu araştırma sonuçlarına göre; beyin o hata anından yaklaşık olarak 30 saniye öncesinde dinlenmeye geçiyor. Bu evrede beyin bilgi alamıyor ve verimli çalışamıyor... Eichele, çok hayati kararlar alan çalışanlar için bu süreci (hata yapma sürecini) önceden haber veren bir uyarma sistemi içeren bir alet yapılabileceğini ve bunun 10-15 yıl içinde piyasada bulunabileceğini de belirtti. Söz konusu araştırma PNAS dergisinde yayımlandı.

Zekamız geriliyor(muş)....

Gönderen MuhammedMumy


İnsanlık zekasının gerilediği iddia ediliyor!

Dünyadaki herşeyin bizim için iyice kolaylaştığı şu zamanlarda İsveçli araştırmacılar, ortalama zekamızın ve IQ seviyesimizin gittikçe düştüğünü bildirdi. Profesör James R. Flynn şunları söyledi: 'İnsanlık olarak gittikçe ahmaklaşıyoruz ve zekamız geriliyor. Araştırmalara göre IQ'muz sürekli düşüyor' Zeka konusunda ciddi çalışmalarıyla tanınan ve What is Intelligence? (Zeka Nedir?) adlı kitabı olan James R. Flynn, düşünmeye ihtiyaç olmayan basit hayat tarzının yükselmesiyle birlikte zekamızın düştüğünü söyledi.

MENSA'ya (Zekası belli bir seviyenin
üzerindekilerin kurduğu uluslararası organizasyon) üye olan isveçli bir bilimadamı Flynn'in sözlerine destek verdi. Üniversiteden yeni mezun olan dizayn mühendisi Etienne Forsström (24) İsveç'in 'süper zekisi' olarak biliniyor. Forsström eline geçen bazı raporlarda düşünme kabiliyeti noktasında azalma yaşandığını gösterdiğini söyledi.

Yaklaşık olarak 1995'ten itibaren 2000'li yıllarının başlarına kadar geçen dönemde insanların IQ seviyelerinin 40 sene öncesi yaşayanlardan 15 puan daha fazla arttığını belirten araştırmacılar, bu dönemden sonra ani bir düşüşün yaşandığını ve bu düşüşün devam ettiğini kaydetti. Bilimadamları, dünyadaki eğitim sisteminin ilerlemesiyle birlikte, insanların IQ seviyesinin yükseldiğini, 2000'li yıllarda zirveye ulaştığını ve bu nedenle bir tıkanmanın yaşanabileceğini söyledi.

IQ
IQ

Forsström sözlerine şöyle devam etti: 'İnsanların midesi adeta çöplüğe döndü, gereksiz gıdalar yüzünden yeterli besin alamıyorlar. Etraftaki herşey çok basitleşti. Bilgisayar ve cep telefonu yüzünden yalnızca bir düğmeye basarak işlerimizi halleder olduk. Artık düşünmemize, mesafelerin ne kadar olduğunu düşünmemize gerek kalmadı, otobüslerde her durakta ne kadar mesafe kaldığını gösteren saatler ve tablolar bulunuyor. Beynimize idman yaptırmıyoruz. Belki de bu yüzden solakların IQ'su biraz daha yüksektir. Çünkü onlar olaylara tersten bakmak ve düşünmek zorundalar'

Yinede ne olursa olsun benim kendi kişisel düşünceme göre zekamız gerilemiyor. Örneğin etrafınıza bir bakın, belki basit bir örnek ama 0-7 yaş grubu çocukların büyüklerine verdikleri şaşırtıcı cevaplar ve tepkileri zekamızın gittikçe düştüğünü değil, yükseldiğini göstrir.

Düşünme! yeter ....

Gönderen MuhammedMumy

Şu Hayat ' ı yaşarken neler düşünürüz ? Ya da neler düşünmeyiz . Bunları soruyorum ama bunları hiç düşündünüz mü ? Düşünmenin gücünü anlatmak ilk amacım burada. Düşünmeden ilerlemeyi , düşünerek gerilemeye yeğleyin sadece. Düşünme ve düşündürmece blog'una hoşgeldiniz...

Yazılarımda yeni düşünceler bulma dileğiyle ... Yazılarımı bekleyin ...