Son Sarsıntılarıyla Evrim

Gönderen MuhammedMumy




Oldukça eski bir makale , okumanız ve düşünmeniz temennisiyle ekliyorum ...


Dr.Fuat Bozer

Evrim Anaforu ve Gerçek’den

Evrimciler, ilkel atmosferin terkibinin; metan, amonyak, hidrojen ve su buharından ibaret olduğu varsayımını esas alarak tertipledikleri bazı tecrübelerle, böyle bir atmosferde birtakım dış şartların uygun biçimdeki tesirleriyle amino asitlerin, proteinlerin, polisakkaritlerin, nükleik asitlerin ve hatta ilk hücrenin kendiliğinden teşekkülünün izah edilebileceğini öne sürmüşlerdi. Fakat son jeofizik gelişmeler neticesi ilk atmosferin yapısının onların zannettikleri gibi olmayıp; karbondioksit, azot ve su buharından meydana geldiği kesinlik kazanınca Miller, Fox ve onları takib edenlerin izahlarının muhtevaca yanlış olduğu ortaya çıktı. Bu defa, birçok araştırıcı; CO2, H2O N2 ve H2 ihtiva eden benzer atmosfer şartlarını laboratuvarda sağlamlık suretiyle onların tecrübelerini tekrarladıklarında, bir tek amino asidin bile oluşmadığını gördüler. Daha yakın zamana ait keşiflerle eski dünya atmosferinde yaklaşık olarak % 1 nisbetinde O2 nin de bulunduğu ortaya çıkarılınca, “evrim”e ait iddialar yıkıcı nihai bir darbe daha alarak bütün bütün itibarlarını kaybettiler. Böylelikle artık evrimcilerin, yeryüzünde hayatın başlayışı konusunda söyleyebilecekleri hiçbir şey kalmamış oluyordu.

“Evrim”e inananların ilk hücrenin teşekkülüne ait açıklamalarını şekil ve kuruluşca ele alarak; bir temel “varsayım” gibi kabul etmiş oldukları, fakat günümüzde yanlışlığı ispatlanan ilk atmosfer bileşimi ve şartları içinde gerçekten bir hücre kendiliğinden meydana gelebilir mi? sorusuna cevap ararken, evrimci mantığın esaslarını belirlemek istiyoruz.

“Evrim” görüşüne sahip kişiler, kendi mantıkları icabı, çok hücreli kompleks organizmalardan önce daha basit yapılı, hatta tek hücreden ibaret olan bir canlının meydana gelmiş olması gerektiğini düşündükleri için; uzunca bir süre bu konuda makul hipotezler kuramamanın sancısını çekmişlerdi.J. Neyman’ın, The Heritage of Copernicus: Theories “Pleasing to the Mind” adlı kitabında belirttiğine göre 1953 yılına kadar hiç inandırıcı olmayan, “alg’e benzeyen ve gıdasını fotosentezle kendisi yapabilen ilk canlı hücrenin bugünküyle atmosferinde gerçekleşen idraki zor, ani bir hadise neticesi kendiliğinden meydana geldiği ve bütün diğer canlıların da bu algden türemiş olduğu” şeklindeki klasik “abiyogenezci varsayım’‘la iktifa etmek zorunda kalmışlardı. Daha sonraları, o devirlerin jeofizik sahasındaki yeni gelişmeler, eski dünya atmosferinin terkibinin şu anda varolandan farklı bir şekilde amonyak, metan, hidrojen ve su buharından meydana gelmiş olduğu intibaını verince, faraziyelerini derhal bu yeni duruma uygun şekilde revizyona tabi tuttular. Şimdi artık bu gaz karışımından dış şartların kolaylaştırıcı tesirleriyle amino asit, şeker, nükleik asit bazları gibi hücrelerin temel bileşenlerinin kendi kendilerine teşekkül etmiş olduğu varsayılmaya başlanmıştı.

Buna destek olarak da, o devirlerden kalma mikrofosiller ve organik madde artıkları gösterilmeye çalışılıyordu.

Fakat meseleye tarafsız bir açıdan bakan paleontologlara göre, gözle görülebilen hiçbir fosil izi taşımayan kayalarda bulunan hayvan ve bitki kökenli organik maddeler, aslında bozulup dağılmış hücre artıklarıdır. Gerçekten, geriye doğru bir gidiş yapılarak, fosil arşivimizde yapıları tesbit edilebilen en eski fosillerden olan tek hücreli mavi yeşil algleri de ihtiva eden 1-3 milyar yıl kadar öncesinden kalma tortullar incelendiğinde bitki ve hayvan kaynaklı organik maddelerle dolu oldukları görülecektir. Mavi-yeşil algler adı verilen tek hücreli canlılar çoğu zaman mikroskopla dahi görülebilecek fosiller bırakmadan ayrışmışlar ve içlerinde bulundukları kayalarda onlardan geriye sadece organik maddeler şeklinde artıklar kalmıştır.

Stanley Miller, bu konuyu araştırmak için düzenlediği tecrübede hava geçirmez bir cihaz yapmış ve içine metan, hidrojen ve amonyak gazları koyarak bunlardan elektrik kıvılcımları geçirmişti. Cihazın alt tarafına, içinde devamlı olarak su kaynayan bir bölüm eklenerek sisteme ısı ve buhar temin edilmişti. Su buharı cihaz içinde dolaşırken, soğutucu bir bölmeden geçirilerek yoğunlaştırıldıktan sonra, tekrar kaynama bölümüne geri döndürülmekteydi. Miller, bu şekilde gazların ve su buharının içinden bir hafta devamlı elektrik kıvılcımları geçirdikten sonra, cihazın alt bölümünde biriken sıvıyı incelemişti.

“Evrimci” saplantısı olan birçok yazarın, başkalarını da “evrim”in bu mekanizmayla gerçekleşmiş olduğuna inanmaya zorlamak için, Miller’in deneyleri sonucu elde edilen maddeleri sadece hücre teşekkülü için varlığı zaruri olan amino asitlerden ibaret bir karışımmış gibi tanıtmaya çalışmalarına rağmen; Miller’in konuyla ilgili bizzat kendine ait yazıların, incelediğimizde, gerçeğin hiç de böyle olmadığını görüyoruz.

Zaten, biraz biyokimya bilen herkes, teorik olarak böyle bir karışımdan, söz konusu şartlar altında pekala hidrosiyanik asit, formik asit ve özellikle nitrik asit gibi maddelerin de teşekkül edebileceğini kolaylıkla tahmin edebilir. Hatta Prof.Dr. Ruhi Töre’nin belirttiğine göre, bilinen organik kimya kanunları gereğince bu bileşiklerin amino asitlerden daha da büyük bir kolaylıkla ve çok daha fazla miktarlarda meydana gelmeleri beklenir.

Gerçekten de, Stanley L.Miller’in tecrübe neticesini yayımladığı tabloya baktığımızda, cihaz içinde biriken sıvıda 103 mg amino asitin, 2O2 mg da hücre yapı ve fonksiyonuna zarar verici veya en azından lüzumsuz organik asidin bulunduğunu görmekteyiz. Miller’in bu tabloda sadece organik maddeleri dikkate aldığı ve inorganik bir bileşik olan nitrik asidi değerlendirmeye katmadığı da göz önünde bulundurulunca, tahripkar nitelikli asitlerin yanında amino asitlerin çok az bir nisbet teşekkül ettiği kesinlikle anlaşılır. Buna bir de iptidai atmosferde bolca bulunduğu ve özellikle 240 nm’ye kadar olan dalga boyundaki ultraviyole ışınları emerek, güneş enerjisi depo edicisi görevini yaptığı farzedilen (*) hidrojen sülfidden oluşacak bol miktarda sülfirik asidi de eklersek; evrimcilerin hayallerinde yağmur sularına taşıtarak denizlerde biriktirdikleri az miktardaki amino asitle beraber, organik yapıları bozucu ve parçalayıcı vasıfta çok daha fazla miktarda asidin de denizlere taşınmış olması gerektiğini, mantık ve biyokimya kaidelerine dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz.

Böyle bir karışım içinde zaten azınlığı teşkil edecek amino asitleri bu defa da hidroliz tehlikesi bekleyecektir. Gerçekten benzer şartlar bir tecrübe tüpünde sağlandığında, hücre yapısında yer alan 20 çeşit amino asidin istisnasız herbirinin molekül içi parçalan maya uğrayarak bütün hususiyetlerini kaybettiğini görebiliriz. Bunlardan triptofanın tamamıyla, serin ve treon’in değişik miktarları yok olarak geriye siyah renkli bir polimer olan humin kalmaktadır. Glutamin ve asparajin, glutamat ve aspartat’a deamide olurken, glutamik asit intramoleküler dehidratasyon geçirerek pirolidon haline dönüşmekte ve geriye kalan diğer amino asitler de intermoleküler dehidratasyona uğrayarak siklik anhidridler haline gelmektedirler.

J.Neyman’ın bahsi geçen kitabında Stanley L.Miller’in şu sözleri naklediliyor:

“Hocam Harold Urey, 1951 yılındaki bir seminerinde, eski dünya atmosferinin tıpkı şu an Jüpiter’de bulunana benzer bir terkipte olduğunu söylemişti. Ben de onun bu fikrine dayanarak çalışmalarıma başladım.” Ve bundan sonra Miller, ünlü tecrübesini gerçekleştirme hazırlıklarına koyulmuştur.

Oysa bakın, geçtiğimiz yıllarda Jüpter’i inceleme programı çalışmalarının neticelerini Stern dergisinde açıklayan Joaclim W.Ekrutt bu konuyla ilgili olarak neler diyor: “Voyager 1 teknik imkanları sayesinde hemen her konuda çok yönlü birçok çalışmayı başarabilecek kapasitededir. Yapamayacağı tek şey, Jüpiter’de hayat olup olmadığını araştırmaktır. Çünkü kendisine bunun için gerekli cihazlar ve tertibat monte edilmedi. Aslında buna gerek de yoktur. Çünkü Jüpiter’de hüküm süren iklim şartları ve çoğunluğunu amonyak ve metan gibi zehirli gazların teşkil ettiği bir atmosfer içinde hiçbir yaşama biçimi gelişemez.”

Yine benzer çalışma programlarının neticelerini açıklayan başka ilim adamları, atmosferinde benzer asit karışımları bulunan Venüs gezegenine inen çelik ve diğer dayanıklı alaşımlardan yapılmış uzay araçlarının dahi, asitlerin tahrip edici etkisile dağılıp parçalandığını bildirmektedirler. (**) Fakat gelin görün ki, istisnasız bütün evrimci yazarlar bu korkunç atmosfer şartlarını sanki hayatın başlayıp gelişmesi için en ideal bir vasatmış gibi tanıtmaya çalışırken; denizlerde birikmesi daha muhtemel olan yakıcı asit karışımını da işitenin et suyu çorba niyetine içivermek isteyeceği nefis ve yoğun bir amino asit, protein ve nükleoprotein çözeltisiymiş gibi anlatmaktan geri kalmamaktadırlar.

Allen J.Bard ve A.Katchalsky gibi bazı evrimciler; muhtemelen burada beliren aksaklıklara bir çözüm bulabilme gayretiyle, nikel ve çinko bakımından zengin killeri katalizör olarak kullanarak; amino asitleri ve diğer bazı organik maddeleri elde ettiklerini bildirdiler.

Aslında “evrim’‘e ait açıklamaların çıkmaza girmiş olması açısından durum hiç değişmemiştir. Çünkü, reaksiyona giren aynı başlangıç maddelerinden, ister Miller’in isterse Bard ve Katchalsky’nin tasarladıkları metodlarla olsun, hayat hadiselerinde ve organik yapılarda lüzumlu maddelerle beraber tahrip edici ve yıkıcı asitlerin de teşekkülü bilinen biyokimya kanunlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Ve netice az önce sözünü ettiğimizden zerrece farklı olmayacaktır. Evrimciler içindeki bir grup, karalar üzerinde Bard’ın tahayyül ettiği şekilde kendiliğinden teşekkül etmiş bir çıplak nükleik asidin, dünyadaki ilk canlı olduğunu öne sürmüştü. Fakat nükteik asitlerin hususiyetlerine ait bilgilerimizdeki son gelişmeler bu iddianın yanlışlığını kesin olarak ortaya koydu. Bugün artık biliyoruz ki canlı hücreler ve yapı komponentleri üzerinde en öldürücü ve tahripkar morötesi ışınının dalga boyu 260 nm. dir. Doç. Dr.Sabire Karaçalı’nın da belirttiği gibi, nükleik asitlerin temel yapı taşları olan pürin ve piriminin bazları 260 nm dalga boylu ultraviyole ışınlara özel bir ilgi göstererek, bütün diğerleri içinde en fazla miktarda ve en hızlı olarak bu dalga boyundaki ışığı absorbe etmektedir. Evrimcilerin hiçbir ilmi delile dayanmadan iddia ettikleri gibi o zamanlar gerçekten pürin ve primidin bazları mevcut idiyse bile dünyanın eski atmosferinden yeryüzünün metrekaresine bir günde isabet eden 250— 300 nm arası dalgaboylu ışınların 300.000 jüllük yıkıcı tesiriyle bu bazların; nükleik asit şeklinde pohimerleşmek şöyle dursun, hidrojen siyanid, diaminoalenitril ve siyanoasetilen gibi küçük parçalara bölünmekten kurtulmaları asla mümkün değildir.

Miller veya Bard-Katchalsky’nin protein, nükleid asit ve uzun zincirli karbonhidratlar gibi dev kompleks moleküllerin kendiliklerinden rastgele oluşabilecekleri şeklindeki iddiaları bir diğer mühim kimya prensibiyle de “çelişmektedir.” Moleküler sentezin, kendi kendisine çok uzun bir süre devamı ve daha üst yapılara geçişi teorik olarak imkansızdır. Çünkü eğer bu şekilde sadece amino asitlerin meydana gelmeye başlamış olduklarını geçici bir süre farzetsek bile, bu sentezi mümkün kılabilecek enerji türleri, hiç şüphesiz bir denge durumuna ulaşıldıktan sonra bu sefer de biriken ürünlerin yıkımına başlayacaktır. Aslında hususi olarak bu durum ele alındığında, söz konusu enerji öylesine yüksek miktarlardadır ki, onun tesiriyle önce temel organik moleküllerin sentezlenmesini ve daha sonra da bunların hücre şeklinde organize olmasını beklemek; İskenderun çelik fabrikasının demir cevherini eriten yüksek fırınlarında, sahanda yumurta pişirmeye kalkmak kadar mansızdır. Bu işi deneyen kimse uzaktan kontrollu bir sistemle tavayı fırına sokabilirse, göz açıp kapayana kadar geçecek çok kısa bir süre içinde, yağla yumurtanın kül bile bırakmadan yanıp bittiğini ve hemen arkasından da tavanın eriyiverdiğini görecektir. Nitekim en iyimser tahminlere göre o zamanlar yeryüzüne - radyoaktif ışıma, volkanik ısı, kozmik ışınlar, yıldırım ve güneş ışığı şeklinde bir günde ulaşan enerjinin toplam miktarı; dünyanın bütün sathını çepeçevre kuşatacak 11 cm kalınlığında demir bir kılıfı tamamen eritmeye yetip artacak kadar fazladır.

Böylesine yüksek orandaki ısı enerjisi- nin tesiriyle bir günde 400.000.000.000.000 ton demir eriyebilecekti. Bu miktar İskenderun demir çelik tesislerinin günlük istahsalinin tam 60 milyon katıdır.

Gerçekten de son jeofizik gelişmelerin ışığında Miller ve arkadaşlarının “Organik biyokimyevi evrim”in başlamış olduğunu iddia ettikleri jeolojik zaman dilimi içinde dünyanın, onların bu hayali sentezlerine asla imkan tanımayacak şekilde ergimiş demir ve nikel cevherlerinden ibaret sıvı bir kızgın küre durumunda olduğu hususunda bütün araştırıcılar fikir birliği içerisindedirler.

0 yorum:

Yorum Gönder